Giriş yap
En son konular
En iyi yollayıcılar
sefakan | ||||
yusufocak | ||||
TurkMasteR | ||||
reis46 | ||||
hakkı kaya | ||||
Osman Aydın | ||||
elhamra2 | ||||
tayfurum_20 | ||||
naci9690 |
Kimler hatta?
Toplam 58 kullanıcı online :: 0 Kayıtlı, 0 Gizli ve 58 Misafir Yok
Sitede bugüne kadar en çok 166 kişi Çarş. Ağus. 02, 2017 5:14 pm tarihinde online oldu.
Istatistikler
Toplam 33 kayıtlı kullanıcımız varSon kaydolan kullanıcımız: rosedrop
Kullanıcılarımız toplam 357 mesaj attılar bunda 336 konu
TARİHTA BUGÜN
Gazete Oku
KitapYurdu.com
HARBİYE İŞKENCE EVİ
:: ÜLKÜCÜ HAREKET :: Kara Eylül
1 sayfadaki 1 sayfası
HARBİYE İŞKENCE EVİ
HARBİYE İŞKENCE EVİ
Günlerden Pazar... Osmanbey'de bir işyerimiz var
orada kamufle oluyoruz. Pencereden bir arkadaşımızın geldiğini görünce
kapıyı açtım. Resmi üniforma var üzerinde. Hapishaneden tanıdığım
ülkücü hareketin faal mensuplarından Mehmet Koçak. Askerlik görevini
yapıyor. O vakitler Avcılar'da bulunan Askerî Kamp'taki vazifesini
ifa ederken bir günlük izin alıp yanımıza gelmiş.
Hasret giderip 12 Eylül hareketinin tahribatından
konuşuyoruz. Saat 15:00 olunca artık gitmesi gerekiyordu. İki saat
sonra birliğine teslim olması için şimdiden yola çıkması lazımdı.
Osmanbey tarafı bizim için arama tarama faaliyetleri açısından biraz
güvenliydi. Bu sebepten Mehmet'i yola vurayım düşüncesiyle durağa
kadar birlikte gitmek için dışarı çıktık ve Harbiye'den Taksim istikametine
doğru yürüyoruz. Bir iki dakika sonra Notre Dame de Sion Fransız Lisesi
önüne geldiğimizde aniden etrafımız çevrilmiş ve otomatik silahlı
on-onbeş kişilik bir tim bizi gözaltına almıştı. Yol kenarındaki Harbiye
Kışlası’na götürdüler.
Tamamen tesadüf... İzinler kaldırılmış olduğundan
resmi kıyafetli asker dikkatlerini çekmişti. Mehmet'i bıraktılar.
Benim kimliğimde askerlik vaktim gelmiş olduğundan durumumu öğrenmek
istiyorlardı. Binbaşı rütbesinde bir asker ve iki sivil bizi kısa
bir sorgudan geçirdi. Siviller beni incelerken, telsizlerinden gelen
anons kodlarından onların polis ve siyasî şubesinin personeli olduğu
anlaşılıyordu. Askeri atlatmak kolaydı ama bu ikisi beni müthiş tedirgin
ediyorlardı. Her hareketimi büyük bir dikkatle takip ettiler. Gözleri
bendeydi...
-Talebeyim, askerliğimi tecil ettirdim, dediysem
de onlar bir inceleme yapacaklarını söyleyerek beni, asker kaçaklarını
koyduklarını öğrendiğim basit bir hücreye attılar. Osman Altuğ adına
düzenlenmiş olan kimliğim sağlamdı ve bu yüzden bir endişem yoktu.
Aksi takdirde oradan firar etmek bana pek zor görünmüyordu. Hücre,
kantinin içindeydi ve bir çok asker burada dinlenirken sohbet ediyorlardı.
Bunların konuşmalarından büyük bir siyasî grubun burada sorgulandığı
anlaşılıyordu. Hemen taşları birleştirerek meseleyi yorumladım.
Buradaki işkence merkezinde sorgulananlar bizim
arkadaşlardı ve binbaşı'nın odasında gördüğüm o iki polis bu işin
sorgu ekibindendi. Sol örgütler Emniyet Müdürlüğünde sorgulanıyor,
bizimkiler ise bir yerde korsan olarak tutuluyorlardı, bizdeki malûmat
bu kadardı. Bu düşünceler içerisinde askerlerden biraz daha bilgi
almaya uğraşırken birden ortalık karıştı ve özel eğitimli oldukları
anlaşılan bir ekip aniden içeri girerek beni zorla yere yıkıp örgütlerden
ele geçirdikleri pankart bezleriyle kafamı, yüzümü ve kollarımı iyice
sardılar. Deniz bitti, dedim kendi kendime. O iki sivil canlandı gözlerimin
önünde. Benim katillerim mutlaka onlardı, diye düşünüyordum.
Arkadaşlarımızın Harbiye'de ve Askerî Müze’nin altında
sorgulandıklarını ve bize sadece yüz metre yakınlıkta olduklarını
anlamıştım artık.
Beni bir arabaya eller üstünde götürdüler. Uzak
bir yere gidiyormuşuz havası vermeye çalışarak, aynı bahçe içerisinde
dönüp durduklarını anlamak için üstün bir zekâ gerekmiyordu. Nihayet
araba durdu. Ayaklarım bağsız olduğundan kendim yürüyorum. Onlar beni
yönlendiriyor, gözlerim ve kollarım sargıda. İki üç kat aşağılarda
bir yere indik. Etrafımdakiler birbirlerine 'Komutanım' diye hitap
ederek ve sert emirler yağdırarak beni etkilemeye çalışıyorlar:
-Kimsin?..
-Yusuf Ziya Arpacık... Hapishane kaçağıyım. Başkaca
bir suçum yok. Derhal savcıya teslim edilmem, usul gereğidir. Beni
burada tutamazsınız.
Bir yumruk patlıyor suratıma. Ellerim arkadan bağlı,
gözlerim de pankart bezleriyle sarılı olduğu halde dengem bozulmuyor
hatta yere çakılı gibi dimdik kımıldamadan duruyorum.
-Yumruğun çok zayıf arkadaş.
Alaycı ve küçük düşüren sözlerim onu çılgına çevirmişti.
Peş peşe demir darbeleriyle sarsıldım. Herhalde tabancayla vuruyordu.
Yüzümde müthiş bir uyuşukluk oldu. Yaralanan dilimle ağzımın içini
kontrol ettim ve bir iki çevirdikten sonra kırılan dişimi dışarıya
tükürdüm. Çeneme doğru bir sıcaklık yayılıyordu. Yine de düşmemiştim.
Ayaktaydım...
Sorgu hemen başladı. Bizi gözaltındaki arkadaşları
kaçırmaya çalışmak amacıyla bölgede olmakla suçluyorlardı. Sorguculara
göre asker elbiseli Mehmet Koçak da bu sebepten Harbiye'ye gelmişti.
Onu da birliğinden getirmiş ve ağır bir işkenceye almışlardı. İçerde
adamımız olup olmadığına yönelik yoğun bir sorgu devam ediyordu.
Aynalı oda teşhislerinden sonra bir iki arkadaşı
yanımda konuşturdular. Muhtemelen onların da gözleri bağlıydı. Derken
sorgucu şarap fabrikasının önünden geçerken aldığım iğrenç kokuya
sahip olan ağzını açtı. Lağım patlamıştı:
-Sen, İsmet Koçak, Aydın ve Samet, birini öldürmeye
gittiniz. Daha önceden gaspedilen kırmızısiyah renkli Anadol marka
bir araçla yol kenarında beklerken hedefiniz başka bir güzergahı kullandığından
oradan geçmedi. Belediye başkanı olan hedefi daha sonra ortadan kaldırmak
üzere eve dönüp başka bir operasyon için çalışmaya başladınız. İki
üç gün sonra aynı ekip bir başka eylemi gerçekleştirdiniz. Portakal
renkli renault marka bir otomobil ve biri 14'lü, Smitwesson, Parabellum
ve biri 7.65 çapında olmak üzere dört adet silah kullandınız.
Sorgucu teferruat vererek aklınca benim gardımı
düşürmeye uğraşıyordu. O ara duyduğum bir ses beni kendime getirmeye
yetmişti. Arkadaşlarımızdan Abdülsamet Karakuş avazı çıktığı kadar
bağırıyordu:
-Yusuf yoktu kardeşim, zaten kaçaktır yakalanmaz
diye onun adını vermişler. İsmet'te yok. Bu işi biz yaptık tamam ama
eylemi yaptığım arkadaşları kod adlarıyla tanıyorum. Hilmi var, Yasin
var, ama bunlar yok.
Mesele anlaşılmıştı. Büyük bir oldu bitti karşısında
çaresiz suçu kabul etmeye zorlanacaktık. Zaten her şey bütün inceliğine
kadar düşünülmüş ve programlanmıştı. Biz sadece kareyi tamamlayacak
olan oyunculardık.
Sorgucu hiçbir suç önemli değil fakat bize son kaldığın
evi vereceksin, derken işkence faslı da giderek şiddetli bir mahiyet
kazanıyordu. Yüz kişiye yakın bir sayıya ulaşmış olan gözaltı mevcudu
ülkücüler benim gelmemle biraz rahatlamıştı. Çünkü bütün işkence bana
yönelmiş ve diğer arkadaşlar biraz da olsa rahat nefes alma fırsatı
yakalamıştı. Sorgucu şaraplı nefesini tüketmeye büyük bir sabırsızlıkla
devam ediyordu. Ben teşkilâtta fazla aktif olmadığımı söyledikçe,
o köpürüyordu:
-Tabiî ki sen bir hiçsin, işte belinde bir tabanca
yoksa sen de işe yaramaz bir hiçsin. Hani o çalımlı yürümeler, sürünmeye
başladın bile. Bak bu gün Alparslan Türkeş'te buraya getirilecek,
göreceksiniz.
İşkence sıradan bir falaka şeklinde devam ediyordu.
On-onbeş saat böylece kaba bir sorgu devresini geride bırakmıştık.
Tuzlu su üzerinde beni yürümeye zorluyorlardı. Böylece ayaklarımın
şişmesini biraz yavaşlatmayı amaçlıyorlardı. Zaman zaman kafamdan
aşağı soğuk sular boşaltarak bayılma ihtimalini zayıflatıyorlardı.
Sorgucu hızlı adımlarla bir ileri bir geri giderken, ayaklarının çıkardığı
sesi ezberlemeye çalışıyordum. Belki de ölmem, günün birinde bu adamı
bulurum diye bir kimlik işareti olarak gördüğüm ayak seslerini yudum
yudum içiyordum. O ise hışımla konuşmaya devam ediyordu:
Geri: HARBİYE İŞKENCE EVİ
-Kemal Türkler'in Sovyetlerin ülkemizdeki birinci
katibi olduğunu biliyor muydunuz?.. Neden DİSK'in başkanı Abdullah
Baştürk değil de Maden-İş başkanı Kemal Türkler hedef olarak seçildi,
siz bilemezsiniz tabiî. Sovyetler Birliği her ülkede çok güvenli bir
kişiyi birinci katip olarak atamıştı. Ülkemizdeki kişi de işte bu
birinci katip Kemal Türkler.
-İyi ya. Daha ne istiyorsunuz bir Rus ajanı ortadan
kaldırılmış. Kim yaptıysa sağolsun, ucuza maletmiş.
-Doğru. İyi bir iş. Ama silahları olaydan sonra sen
götürmüşsün, onları ver kurtul. Siz de kahraman olursunuz bu arada
ama önce silâhları verin.
Reçeteye zehir yazan bir doktor gibi döktürüyordu
adamcağız.
Susuz yanıyorum... Üç gün hiç durmadan işkence yapmışlar
ve son kaldığım evin artık bir önemi kalmadığını söylüyorlardı. Muhtemelen
evde diğer kaçaklar olacağını sandıkları için ilk üç gün hiç uyutmadan
işkence yapmışlardı. Ancak yakalandığım artık farkedilmiş, ev de boşaltılmıştır,
diyerek sorguyu başka yönlere kaydırdılar. Silahları istiyorlardı.
Bir de defterimde Namık Kemal Zeybek'in telefon numarası çıkmış olduğundan,
tanışıklığımızın derecesini anlamaya çalışıyorlardı.
Önemle üzerinde durdukları bir başka konu da bir
öldürme olayıydı. Bizi daha öncelerde ihbar edip hapse düşmemize sebep
olan biri, tek kurşunla kafasından vurulararak öldürülmüş. Bu saldırı
benim kaçaklık günlerime denk geldiğinden bu olaydan da ben sorumlu
tutuluyordum.
Çığlıklar ilk günkü kadar keskin olmasa da yankılanmaya
devam ediyor. Fakat o ara beklenmedik bir gelişme yaşandı. İşkence
anında benim feryatlarım yukarılara ulaşmış ve kaldırımdan geçen insanlar
duyarak, sesin geldiği tarafa bakıyorlarmış. Bu haberi getiren şahıs,
ağzını bağlayın öyle çalışın, diye nasihat ediyordu işkencecilere.
Hatta sesimiz duyulmasın diye Harbiye Askerî Müzesi'nin önünde devamlı
Mehter Takımı marş çalıyordu. Uğrunda mukaddes kanımızı seve seve
akıttığımız Mehter Marşları, bu sefer de canımızı parça parça almak
için 'davul başı' yapmıştı.
Takatsiz kaldım. Beynimde sıcak bir kaynama başladı.
İşkence ruhuma yöneldi sanki. Bu ülke için hem de gönüllü olarak can
veren bizler, yine bu ülke yararına fakat para aldığı için çalışan,
dün örgütlerin korkusundan resmi elbiselerini poşetlerde gizlerken
bu gün kahraman kesilenler tarafından sorgulanıyor ve suçlanıyorduk.
Tek suçumuz var. Bu ülkeyi sevmek... Bu suçu ölene kadar işleyeceğimize
dair bir kere daha yemin ediyoruz işkence meydanlarında. Babamızın
tarlası için mi yapmıştık bu eylemleri!.. Cevabını bulamadığım sorular,
beynimi zehirli bir akrep gibi sokmaya başlamıştı. Üstte mehter vuruyordu,
'Tarihler ağlar vatan yanarken, eller öz vatanda nara atarken...'
-Bir yudum su verin bari, diyerek inledim.
-Ağzını aç, dediklerinde sevinçten uçacaktım neredeyse.
Fakat o da ne!.. Ağzıma tuz basıyorlar. Tükürmeye çalıştıkça engel
olup, bir yandan tuz takviyesine devam ediyorlardı. Bir müddet sonra
ağzımdan kebap kokusu gelmeye başladı. Yanıyordum... Dudağımın biri
yerde, diğeri gökteydi âdeta. Aman Allah'ım ne hâldeyim.
Gözümün önünde tek bir sahne çakıldı kaldı. Pangaltı'da Tunç Kafe
vardı o vakitler. Vitrinde bir platform ve bir metre yukarı fışkıran
soğuk ayran. Daha doğrusu ayran şelâlesi. Ben mıhlandım kaldım. Ne
sorgucuyu duyuyor, ne dayanılmaz işkenceden acılar hissediyordum.
Sadece o muhteşem ayran şov. Dünya durmuş, ayran ise dönüyordu.
Yirminci gün işkence biraz hafifledi. Artık sadece
gündüzleri sorguya alınıyor, geceleri uyumaya çalışıyorduk. 12 numaralı
hücredeydim. Daha bir tam gün bile giymek nasip olmayan yeni ayakkabılarım
hücrenin önünde duruyor. Ayağım 10 beden kadar büyüdüğünden içeriye
verseler bile zaten onlar da bir işe yaramayacaktı. Vücudumdaki yaraların
kabuğunu kaldırdığımda akan kanlarla hücremin duvarına şiirler yazmış
ve Yusuf Ziya Arpacık diye imza atmıştım.
İki dirseğimi kot pantolonun belinden içeriye sokup
ısınmaya çalışıyorum. Bir deri bir kemik kalmışım. Kafamı duvarlara
vurmayayım diye pankart bezleriyle bağlamaya devam ediyorlar. Bu arada
ifade tutanaklarına atacağım imza için biçim oluşturuyorum. 'İmzam
zorla alınmıştır' şeklinde bir imza geliştirdim. İlk bakışta anlaşılmıyordu
ama mahkemede bunun açılımını yapmayı planlıyordum.
Karşı hücreye bir Dev-Sol militanı getirildi. Daha
önce de bir kaç solcu getirmişlerdi buraya. Ben 'kimsin?' diye bağırınca,
adının Sinan Kukul olduğunu ve bir ülkücü bile vurmadığını beyan ederek
sadece teorisyen olduğunu söyleyen bu örgütçü kısaca kendini tanıttı.
Yalnızdı... Çaresizdi... Biz ise kalabalıkta yalnızdık. Herkes tek
başına ölüyordu burada. Nitekim o gün battaniyelere sardıkları işkence
sonucu cansız kalan bir bedeni büyük bir gizlilik içerisinde bir meçhule
doğru alıp götürdüler, adı Salih'ti... O kadar...
Sorgucu, öldürdükleri bir örgütçüden bahsederek,
kafasından yaptığı kendince müthiş bir planı bana anlatıyordu:
-Zeki Yumurtacı... Lenin Zeki... Öldürdük onu... Kaçıyordu vurduk
numarası işte, biliyorsunuz. Hücre evini göstermek için bir ekiple
Avcılar'a gitti. Evden arkadaşlarımıza ateş açıldı ve bu arada MLSPB
İstanbul sorumlusu Zeki Yumurtacı firar etmek isterken açılan ateş
sonucu öldürüldü. Soldan bir, sizden bir kişi formülü bozulmayacak
ve birinizi vuracağız. Yer göstermede bize tuzak kurdu veya kaçıyordu.
Ülkücülerden en çok firar eden sen olduğuna göre, denge politikasını
yaşatmak için ölüme en yakın aday da sensin. Hazırlan...
Gafil nereden bilecekti ki, ben ölümü, bir hastanın
şifa beklediği kadar, hasretle ve özlemle arıyordum zaten. Onun yaşamayı
sevdiğinden çok fazlasıyla biz ölümü seviyorduk bu yerkürede. Sorgucunun
tehditlerini 'Başüstüne' diyerek, aldım kabul ettim. Ama ölmedim.
Öldüren ve dirilten ancak yüce Allah'tır. Ölüm ise mukadderdir, onun
şekli ve zamanı anlamını değiştirmez. 'Yazılmış bir vakittir.'
Bazı arkadaşlar, suçlamaların hafif olması dolayısıyla
biraz daha rahat olduklarından görevli askerlerle diyalog kurabilmişti.
Bir akşam hücremden seslenerek 'kaç nöbetçi asker' olduğunu sorduğumda
başıma geleceklerden habersizdim. Bunu duyarak bir firar teşebbüsüne
yoran komutan 200 kiloluk paslı bir pranga getirerek beni kontrol
altına almaya çalışıyordu. O akşam nöbetçi askerlerin sayısını sorduğum
Halil Durmaz ismindeki arkadaşı alarak saatler süren ağır bir işkence
yapmış ve yerlerde sürüterek hücresinin önüne getirmişlerdi. O ise
sanki can çekişiyordu. İkinci ölüm vakası diye düşünmeye başladım.
Boğazı kesilmiş gibi, hırıltıdan başka ses yok. Sonra da derin iniltiler.
Ve karanlık bir sessizlik...
Aylar geçtikçe işkence bize acı veremez olmuştu
artık. Vücudumuza elektrik vermelerini dört gözle bekler olduk. Sanki
merhem gözleyen bir yara gibi işkencenin acı lezzetini arıyorduk.
Her ilaç acıdır ama kurtuluş da onun esrarlı terkibinde saklı değil
midir!.. İşkencenin zirvesine oturduğumuz Harbiye’ de, tevekkül bahçesinin
bin bir çeşit güllerini koklayarak hayat buluyorduk.
Derken bazı arkadaşlar için sorgu sınırı olan üç
ay dolmuş ve bize de Selimiye yolu görünmüştü. Gözlerimiz açık. Sorguculardan
hiç biri yok. Sadece nöbetçi askerler bizi mahkemeye hazırlıyor. Yılma
Durak karşı blok'ta hayret ve dehşet içerisinde bana bakıyor. Kırk
kiloya düşmüşüm. Demir parmaklığa tutunarak kapı ağzına geldim. Daha
doğrusu sürünerek. Asker soruyor:
-Özel eşyası burada kalan varsa söylesin.
-Benim var...
Herkes eşyasını almış. Fakat askerin 'neyin var?'
sorusu üzerine ben başımı kaldırıp dudaklarımı hafifçe açarak, bir
elimle tutunduğum parmaklığı bırakmadan, diğer elimle buraya ilk geldiğim
gün tabancayla kırılan dişimin ağzımdaki boş yerini göstererek:
-Dişim var, dedim.
Asker de, ben de güldük. Arkadaşlar hüzünle bakıyordu.
Yusuf Ziya ARPACIK
(Başeğmediler)
Eylül 2006, Kara Eylül'ün işkence merkezi
olan bina, Harbiye
Eylül 2006 Yusuf Ziya Arpacık, 26 sene
önce alt kattaki hücrelerden dinlediği, işkence feryatlarını bastırmak
için kullanılan kös seslerini bu kez yukardan büyük bir duygu yoğunluğu
içerisinde ibretle dinliyor
katibi olduğunu biliyor muydunuz?.. Neden DİSK'in başkanı Abdullah
Baştürk değil de Maden-İş başkanı Kemal Türkler hedef olarak seçildi,
siz bilemezsiniz tabiî. Sovyetler Birliği her ülkede çok güvenli bir
kişiyi birinci katip olarak atamıştı. Ülkemizdeki kişi de işte bu
birinci katip Kemal Türkler.
-İyi ya. Daha ne istiyorsunuz bir Rus ajanı ortadan
kaldırılmış. Kim yaptıysa sağolsun, ucuza maletmiş.
-Doğru. İyi bir iş. Ama silahları olaydan sonra sen
götürmüşsün, onları ver kurtul. Siz de kahraman olursunuz bu arada
ama önce silâhları verin.
Reçeteye zehir yazan bir doktor gibi döktürüyordu
adamcağız.
Susuz yanıyorum... Üç gün hiç durmadan işkence yapmışlar
ve son kaldığım evin artık bir önemi kalmadığını söylüyorlardı. Muhtemelen
evde diğer kaçaklar olacağını sandıkları için ilk üç gün hiç uyutmadan
işkence yapmışlardı. Ancak yakalandığım artık farkedilmiş, ev de boşaltılmıştır,
diyerek sorguyu başka yönlere kaydırdılar. Silahları istiyorlardı.
Bir de defterimde Namık Kemal Zeybek'in telefon numarası çıkmış olduğundan,
tanışıklığımızın derecesini anlamaya çalışıyorlardı.
Önemle üzerinde durdukları bir başka konu da bir
öldürme olayıydı. Bizi daha öncelerde ihbar edip hapse düşmemize sebep
olan biri, tek kurşunla kafasından vurulararak öldürülmüş. Bu saldırı
benim kaçaklık günlerime denk geldiğinden bu olaydan da ben sorumlu
tutuluyordum.
Çığlıklar ilk günkü kadar keskin olmasa da yankılanmaya
devam ediyor. Fakat o ara beklenmedik bir gelişme yaşandı. İşkence
anında benim feryatlarım yukarılara ulaşmış ve kaldırımdan geçen insanlar
duyarak, sesin geldiği tarafa bakıyorlarmış. Bu haberi getiren şahıs,
ağzını bağlayın öyle çalışın, diye nasihat ediyordu işkencecilere.
Hatta sesimiz duyulmasın diye Harbiye Askerî Müzesi'nin önünde devamlı
Mehter Takımı marş çalıyordu. Uğrunda mukaddes kanımızı seve seve
akıttığımız Mehter Marşları, bu sefer de canımızı parça parça almak
için 'davul başı' yapmıştı.
Takatsiz kaldım. Beynimde sıcak bir kaynama başladı.
İşkence ruhuma yöneldi sanki. Bu ülke için hem de gönüllü olarak can
veren bizler, yine bu ülke yararına fakat para aldığı için çalışan,
dün örgütlerin korkusundan resmi elbiselerini poşetlerde gizlerken
bu gün kahraman kesilenler tarafından sorgulanıyor ve suçlanıyorduk.
Tek suçumuz var. Bu ülkeyi sevmek... Bu suçu ölene kadar işleyeceğimize
dair bir kere daha yemin ediyoruz işkence meydanlarında. Babamızın
tarlası için mi yapmıştık bu eylemleri!.. Cevabını bulamadığım sorular,
beynimi zehirli bir akrep gibi sokmaya başlamıştı. Üstte mehter vuruyordu,
'Tarihler ağlar vatan yanarken, eller öz vatanda nara atarken...'
-Bir yudum su verin bari, diyerek inledim.
-Ağzını aç, dediklerinde sevinçten uçacaktım neredeyse.
Fakat o da ne!.. Ağzıma tuz basıyorlar. Tükürmeye çalıştıkça engel
olup, bir yandan tuz takviyesine devam ediyorlardı. Bir müddet sonra
ağzımdan kebap kokusu gelmeye başladı. Yanıyordum... Dudağımın biri
yerde, diğeri gökteydi âdeta. Aman Allah'ım ne hâldeyim.
Gözümün önünde tek bir sahne çakıldı kaldı. Pangaltı'da Tunç Kafe
vardı o vakitler. Vitrinde bir platform ve bir metre yukarı fışkıran
soğuk ayran. Daha doğrusu ayran şelâlesi. Ben mıhlandım kaldım. Ne
sorgucuyu duyuyor, ne dayanılmaz işkenceden acılar hissediyordum.
Sadece o muhteşem ayran şov. Dünya durmuş, ayran ise dönüyordu.
Yirminci gün işkence biraz hafifledi. Artık sadece
gündüzleri sorguya alınıyor, geceleri uyumaya çalışıyorduk. 12 numaralı
hücredeydim. Daha bir tam gün bile giymek nasip olmayan yeni ayakkabılarım
hücrenin önünde duruyor. Ayağım 10 beden kadar büyüdüğünden içeriye
verseler bile zaten onlar da bir işe yaramayacaktı. Vücudumdaki yaraların
kabuğunu kaldırdığımda akan kanlarla hücremin duvarına şiirler yazmış
ve Yusuf Ziya Arpacık diye imza atmıştım.
İki dirseğimi kot pantolonun belinden içeriye sokup
ısınmaya çalışıyorum. Bir deri bir kemik kalmışım. Kafamı duvarlara
vurmayayım diye pankart bezleriyle bağlamaya devam ediyorlar. Bu arada
ifade tutanaklarına atacağım imza için biçim oluşturuyorum. 'İmzam
zorla alınmıştır' şeklinde bir imza geliştirdim. İlk bakışta anlaşılmıyordu
ama mahkemede bunun açılımını yapmayı planlıyordum.
Karşı hücreye bir Dev-Sol militanı getirildi. Daha
önce de bir kaç solcu getirmişlerdi buraya. Ben 'kimsin?' diye bağırınca,
adının Sinan Kukul olduğunu ve bir ülkücü bile vurmadığını beyan ederek
sadece teorisyen olduğunu söyleyen bu örgütçü kısaca kendini tanıttı.
Yalnızdı... Çaresizdi... Biz ise kalabalıkta yalnızdık. Herkes tek
başına ölüyordu burada. Nitekim o gün battaniyelere sardıkları işkence
sonucu cansız kalan bir bedeni büyük bir gizlilik içerisinde bir meçhule
doğru alıp götürdüler, adı Salih'ti... O kadar...
Sorgucu, öldürdükleri bir örgütçüden bahsederek,
kafasından yaptığı kendince müthiş bir planı bana anlatıyordu:
-Zeki Yumurtacı... Lenin Zeki... Öldürdük onu... Kaçıyordu vurduk
numarası işte, biliyorsunuz. Hücre evini göstermek için bir ekiple
Avcılar'a gitti. Evden arkadaşlarımıza ateş açıldı ve bu arada MLSPB
İstanbul sorumlusu Zeki Yumurtacı firar etmek isterken açılan ateş
sonucu öldürüldü. Soldan bir, sizden bir kişi formülü bozulmayacak
ve birinizi vuracağız. Yer göstermede bize tuzak kurdu veya kaçıyordu.
Ülkücülerden en çok firar eden sen olduğuna göre, denge politikasını
yaşatmak için ölüme en yakın aday da sensin. Hazırlan...
Gafil nereden bilecekti ki, ben ölümü, bir hastanın
şifa beklediği kadar, hasretle ve özlemle arıyordum zaten. Onun yaşamayı
sevdiğinden çok fazlasıyla biz ölümü seviyorduk bu yerkürede. Sorgucunun
tehditlerini 'Başüstüne' diyerek, aldım kabul ettim. Ama ölmedim.
Öldüren ve dirilten ancak yüce Allah'tır. Ölüm ise mukadderdir, onun
şekli ve zamanı anlamını değiştirmez. 'Yazılmış bir vakittir.'
Bazı arkadaşlar, suçlamaların hafif olması dolayısıyla
biraz daha rahat olduklarından görevli askerlerle diyalog kurabilmişti.
Bir akşam hücremden seslenerek 'kaç nöbetçi asker' olduğunu sorduğumda
başıma geleceklerden habersizdim. Bunu duyarak bir firar teşebbüsüne
yoran komutan 200 kiloluk paslı bir pranga getirerek beni kontrol
altına almaya çalışıyordu. O akşam nöbetçi askerlerin sayısını sorduğum
Halil Durmaz ismindeki arkadaşı alarak saatler süren ağır bir işkence
yapmış ve yerlerde sürüterek hücresinin önüne getirmişlerdi. O ise
sanki can çekişiyordu. İkinci ölüm vakası diye düşünmeye başladım.
Boğazı kesilmiş gibi, hırıltıdan başka ses yok. Sonra da derin iniltiler.
Ve karanlık bir sessizlik...
Aylar geçtikçe işkence bize acı veremez olmuştu
artık. Vücudumuza elektrik vermelerini dört gözle bekler olduk. Sanki
merhem gözleyen bir yara gibi işkencenin acı lezzetini arıyorduk.
Her ilaç acıdır ama kurtuluş da onun esrarlı terkibinde saklı değil
midir!.. İşkencenin zirvesine oturduğumuz Harbiye’ de, tevekkül bahçesinin
bin bir çeşit güllerini koklayarak hayat buluyorduk.
Derken bazı arkadaşlar için sorgu sınırı olan üç
ay dolmuş ve bize de Selimiye yolu görünmüştü. Gözlerimiz açık. Sorguculardan
hiç biri yok. Sadece nöbetçi askerler bizi mahkemeye hazırlıyor. Yılma
Durak karşı blok'ta hayret ve dehşet içerisinde bana bakıyor. Kırk
kiloya düşmüşüm. Demir parmaklığa tutunarak kapı ağzına geldim. Daha
doğrusu sürünerek. Asker soruyor:
-Özel eşyası burada kalan varsa söylesin.
-Benim var...
Herkes eşyasını almış. Fakat askerin 'neyin var?'
sorusu üzerine ben başımı kaldırıp dudaklarımı hafifçe açarak, bir
elimle tutunduğum parmaklığı bırakmadan, diğer elimle buraya ilk geldiğim
gün tabancayla kırılan dişimin ağzımdaki boş yerini göstererek:
-Dişim var, dedim.
Asker de, ben de güldük. Arkadaşlar hüzünle bakıyordu.
Yusuf Ziya ARPACIK
(Başeğmediler)
Eylül 2006, Kara Eylül'ün işkence merkezi
olan bina, Harbiye
Eylül 2006 Yusuf Ziya Arpacık, 26 sene
önce alt kattaki hücrelerden dinlediği, işkence feryatlarını bastırmak
için kullanılan kös seslerini bu kez yukardan büyük bir duygu yoğunluğu
içerisinde ibretle dinliyor
:: ÜLKÜCÜ HAREKET :: Kara Eylül
1 sayfadaki 1 sayfası
Bu forumun müsaadesi var:
Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz
Cuma Ocak 04, 2013 10:45 pm tarafından naci9690
» Ahmet Şafak FuLL ALbümLeri
Salı Ara. 04, 2012 4:10 pm tarafından tayfurum_20
» BOZKURT İŞARETİNİN MUHTEVASI
Paz Ara. 28, 2008 8:13 pm tarafından elhamra2
» Bahçeli'den Gül'e gaflet uyarısı
Ptsi Eyl. 01, 2008 4:12 pm tarafından sefakan
» Ali Kınık - FuLL aLbümLeri
Ptsi Eyl. 01, 2008 11:03 am tarafından sefakan
» Ramazan'da nelere dikkat etmeliyiz?
Ptsi Eyl. 01, 2008 10:25 am tarafından sefakan
» Oruç ve Ramazan'ın manası
Ptsi Eyl. 01, 2008 10:23 am tarafından sefakan
» Haydi çocuklar teravih namazına!
Ptsi Eyl. 01, 2008 10:03 am tarafından sefakan
» İslam dünyasında Ramazan sevinci
Ptsi Eyl. 01, 2008 10:02 am tarafından sefakan
» Ramazan öncesi gelen hidayet
Ptsi Eyl. 01, 2008 9:58 am tarafından sefakan