Giriş yap
En son konular
En iyi yollayıcılar
sefakan | ||||
yusufocak | ||||
TurkMasteR | ||||
reis46 | ||||
hakkı kaya | ||||
Osman Aydın | ||||
elhamra2 | ||||
tayfurum_20 | ||||
naci9690 |
Kimler hatta?
Toplam 36 kullanıcı online :: 0 Kayıtlı, 0 Gizli ve 36 Misafir Yok
Sitede bugüne kadar en çok 166 kişi Çarş. Ağus. 02, 2017 5:14 pm tarihinde online oldu.
Istatistikler
Toplam 33 kayıtlı kullanıcımız varSon kaydolan kullanıcımız: rosedrop
Kullanıcılarımız toplam 357 mesaj attılar bunda 336 konu
TARİHTA BUGÜN
Gazete Oku
KitapYurdu.com
ölümüne dirliğe,dirlikte birliğe,erdeme erliğe,mayalandı umutlar,DİRİLECEK ...
1 sayfadaki 1 sayfası
ölümüne dirliğe,dirlikte birliğe,erdeme erliğe,mayalandı umutlar,DİRİLECEK ...
Ant; ölüme dirliğe
Ant; dirlikte birliğe
Ant; erdeme erliğe
Mayalandı umutlar,
Dirilecek Bozkurtlar...
Uzun zamandan beri ilk defa bir tahliye veriyorduk.
-İnşallah farkına varmazlar, diyordu Velican.
Cezaevi
infaz savcılığı tahliye tarihimi yanlış hesaplamış, on aylık bir
sapmayla, erken bırakılıyordum. Defalarca hesap yaptık, evet idare
şaşırmıştı. İki firar ve birçok isyandan dolayı yanan infazımın on
aylık bölümü görünmüyordu. Gardiyanlar iki gün sonra bırakılacağımı
söylediler. Hapishanede arkadaşlar arasında ihtiyatlı bir bayram havası
esmeye başladı. Bende ise yaşayamadığım buruk bir sevinç vardı. On yılı
aşkın bir süredir doğudan batıya kadar bir çok cezaevinde birlikte
olduğumuz can'larımdan ayrılıyordum. Biz bu kahramanlarla birlikte
neler görmüştük neler. Değil seneleri ayları, saniyeleri bile parça
parça yaşadığımız, o karanlık dehlizlerde birbirimize destek olarak ne
savaşlar vermiştik.
O akşam büyük bir hücrede hep beraber
toplanmamıza idare göz yumdu. Son geceyi İhsan Barutçu ve Erdoğan
Tağın’la altı ay beraber kaldığımız hücrede hepimiz toplanarak
geçirdik. Sohbet ederek sabaha kadar oturduk. Herkes birşeyler
konuşuyordu, sanki hapishanede ki ilk zamanlarımızdı. Bu insanlara
bakarken, âdeta son çeyrek yüzyılın tarihini görüyordum, o gül
yüzlerinde. Ülkemizin etrafı ABD ve RUSYA tarafından ve onların
içerdeki ortakları tarafından kuşatılmış, bir avuç vatanperver ülkücü
de bu haçlı kuşatmasını kırarak, cennet yurdumuzu felaha çıkarmıştı.
Velican,
arkadaşları dikkatle dinliyor fakat lafa hiç girmiyordu. Benimle göz
göze gelince de tebessüm ediyor ve sağ yanağında hafif bir gamze
oluşuyordu. On yıl önceki günlerimiz sanki dün gibi canlanmaya başladı
hafızamda. Velican ondört yaşında, pol-der'li vatan hainleri tarafından
yakalanarak ve bir nice işkenceden sonra tutuklanmış, Sağmalcılar taş
medresesine kapatılmıştı. Yaşı küçüktü ama o bir devdi, bir ülkü devi.
Sarsarak köprüleri
Devler geçti bu yollardan:
Dudaklarında Hun Türküleri.
Şair
onu tarif ediyordu şüphesiz. Dedesi Osman Batur uçağa kement atmıştı
Türkistan dağlarında. Çinlilere karşı amansız bir savaş yapan bu büyük
kumandanın destanları hâlâ yaşar o kutsal topraklarda. Sağmalcılarda
rahmetli Zeytin dayıdan dinlemiştim Osman Batur'un kahramanlık
öykülerini. Zeytin dayı, onun komutasında, Çinlilere kan kusturan bir
ilay-ı kelimetullah savaşçısı. Çocuk yaşına rağmen orduya katılmış.
Türkistan
Türkleri yıllarca mücadele etmişler ancak Osman Batur ve bir nice
kahramanın şahadetiyle birlikte, hicret kararı alan aksakkallar
Türkiye'nin yolunu tutmuşlar. Çok zorlu bir yolculukla Taklamakan
çölünü geçmişler ve yoğun bir şekilde devam eden Çin birliklerinin
takibi altında Himalayalara kadar varmışlardı. Ancak bu bölgede Tibet
çetecileriyle defalarca çatışmaya girmişler, geçit vermez dağları,
açlık, susuzluk ve her türlü meşakkati de yenerek Hindistan sınırına
ulaşmışlardı. Bir dizi görüşmeler neticesi bir kısmı Suudi Arabistan'a
diğer bir kısmı da ülkemize gelmişlerdir. İşte "Sartaphanoğlu" Velican
onların çocuğu, o çile neslinin yadigarıydı. Ama çile bitmemiş,
dedelerinin, Çinlilerden gördüğü zulmün bin fazlasını Velican'lar
özyurdunda görmüş, o inci gibi dişleri pol-der'li köpekler tarafından
kaç kere kırılmıştı!..
Velican'a bakarken bir olay canlanıyordu
gözlerimde. O gün, bir-iki saat birlikte bahçede volta atmış, dinlenmek
için, sandalyemiz olan büyük taşların üzerine oturmuştuk. "Peykeler,
duvara mıhlı peykeler" diyordu Necip Fazıl. Bizde, yerlere mıhlı
taşların üzerinde, mazinin derin mevzularına dalmış, öylece sohbet
ediyorduk. Gaziantep'in kızgın güneşi tam tepemizdeydi ve hücrelerde
geçirdiğimiz havasız kapalı günlere inat masmavi bir gökyüzü, tertemiz
bir hava vardı. Bir sünger gibi bedenim güneş ışınlarını emiyor ve
zaman, Velican'ın bal muhabbetiyle âdeta duruyordu. Yaklaşık iki saat
sonra.
-Biraz gölgeye geçelim, dediğimde, o sendeleyerek ayağa kalktı ve bir taraftan başını tutarak:
-Öf be hoca, hiç demeyeceksin zannettim.
Karanlıkta
çok kaldığı için güneş ışınları onu çok rahatsız ediyormuş, ama ben
güneşli tarafa gidelim dediğim için, sırf beni kırmamak uğruna kendi
arzularını bir kere daha feda etmiş ve iki saat bu çileye katlanarak,
asalet, nezaket ve estetizmin doruklarından, bizlere bir taş medrese
dersi daha vermişti.
Hapishanede ki bütün arkadaşlarımızın
hayatında bu gibi zarafet ölçüleri vazgeçilmez bir ilke olarak yer
almıştı. Birine sevmediği bir şey bile ikram edilse kesinlikle onu
reddetmezdi. Zehir verseler onu zemzem diye içerdik. Hatır, gönül
burada gerçek anlamlarıyla yaşatılıyordu. İnsanlık ihtişamlı günlerinin
baş döndürücü sarhoşluğunu bizim hayatımızda tekrar yakalamış, tarihini
yeniden yazıyordu. Geçici heveslerden ve gündelik telaşlardan uzak,
feragat ve fedakarlık gibi üstün değerleri zirvelere taşıyan
arkadaşlarımız vazifelerinin ince yollarını bütünüyle keşfetmenin
verdiği rahatlıkla hasta ruhlara şifa dağıtıyorlardı. Ya kudurdular, ya
duruldular... Ya kasırga gürültüsü ya da gece sessizliği... Bir altın
nesil oldular...
Bir taraftan kafamda böyle hatıralar
canlanıyor, diğer taraftan arkadaşları dinliyordum. Bir arkadaşımız
ezan okumaya başladı. Susmuştuk. Ilık bir ses. İnsan ruhunun
derinliklerine işleyen bir huzur rüzgarı. Sabah ezanının ötelere
götüren havası bir anda hapishane maltasına hâkim olurken, bizlerde
yere çarşaflar sererek, o kâbus hücresini bir özgürlükler beldesine
dönüştürmüş ve cemaat olarak namazımızı eda etmiştik. Ne de çabuk sabah
olmuştu.
Arkadaşların bir kısmı uyumak için hücrelerine
çekildiler. Biz volta atarak muhabbete devam ediyorduk. Velican’a gidip
yatmasını söylediğimde itiraz etti. İhsan Barutçu ve Erdoğan Tağın’da
yatmadılar. Tahliye müzekkeresi de bir türlü gelmiyordu. Hepimiz
yorulmuştuk. Hava karardı, gelen giden yok. Nihayet saat 20:00
dolaylarında giderek yaklaşan ayak sesleri bizi hareketlendirdi.
Kalabalık bir ekip geliyordu anlaşılan.
Arkadaşlar üstümde bir falçatanın olmasını istiyorlardı. Ne de olsa sol siyasilerin bölmesinden geçecektim. Başkan:
-Aman ha. Bir sürpriz olmasın. Yanına bir şeyler al da öyle git.
Ben “gerek yok” dedikçe, onlar ısrar ettiler. Oldukça keskin bir bıçağı yanıma alarak hazırlandım.
Ayrılık
çok zor olacaktı. Cezaevi savcısı ve müdür tahliye müzekkeresiyle
hücrenin kapısına gelmişlerdi. Veda sahnesi dayanılacak gibi değildi,
birbirimize sarılmış ayrılamıyorduk. Savcı beklemekten sıkıldı ve
kendince bir çıkış yolu buldu:
-Haydi acele edin, bir kişi yola vurmak için bölme kapısına kadar gelebilir.
Sözde
küçük bir taviz veriyordu idare. Yunus Meral'le bölme kapısına doğru
yönelirken, geride bıraktığım arkadaşlarımı düşünerek, karmaşık
duygular içinde, tahliyeme bile sevinemeden kendimi dış kapıda
bulmuştum. Bu arada üstün gayretleri ile tahliyemi sağlayan (bu gün
hayatta olmayan) büyük insan Mehmet Öztürk kardeşimin çabalarını
düşünerek yürüyordum. Öztürk, yanına bir muhasip alarak mahkeme
heyetine götürüyor ve on aylık erken bırakılmam onun hesap oyunu
sayesinde gerçekleşiyordu.
Ben iki kişiydim artık, ikiye
bölünmüştüm ve birini orada bırakarak diğeriyle dışarıya yöneldim.
Kapıda bir başka canlar beni bekliyordu. Adil Aşkaroğlu ve diğer
kardeşlerim. Bu sefer kavuşma sahneleri yaşanıyordu.
Biz nasıl
bir nesildik... On yıllık işkenceli, sürgünlü ve ölümlerle dolu bir
cezaevi ortamından sonra tahliyeme bile sevinemiyordum. Çünkü, ruhumun
yarısı içeride arkadaşlarımın yanında, diğer yarısı ile ancak dış
dünyadaydım.
Mahzunluk duygusu her yanımı kuşatmış,
kımıldayamıyorum. Gittikçe ağırlaşan bu his yoğunluğu beynimi teslim
alırken, bedenim de bu istilaya karşı fazla bir direnç gösteremiyor.
Hüzün ve utanç karışımı bir hücum bu. Hislerimin en mahrem kalelerini
zapt eden bu utanç duygusundan kurtulmam lâzım ama arkadaşlarım içerde,
ben dışarıdayım. Hazmedemiyorum doğrusu. Yakalandığım bu ruh
kasırgasından hasarsız sıyrılmak için bir çıkış yolu arıyordum.
Nafile... His fırtınası dinmek bilmiyor. Bir teselli bulmak için
kenarından köşesinden bir şeyler aramaya çalıştıkça, ulaşabildiğim
mazinin ihtişamlı günleri sadece şuurumu kamaştırıyor.
Her şeye
rağmen kaybeden biz değildik. Özgürlük ve esaret kavramları bizlerin
dünyasında asli manalarıyla vücut bulmuş, kapımızdaki gardiyanlar
esaretin dayanılmaz acısını yaşarken, bizler karanlık hücrelerimizi gül
bahçesine çevirip ruh dünyamızdan fışkıran sonsuzluk pınarlarından,
kana kana soğuk sular içmiştik.
Zelzele tarlasına dönen ruh
dünyamda, bir müddet sonra yine bir sarsıntı olacak ve takvimler 16
Temmuz 1988'i gösterirken o kara haberi alacaktım.
Velican şehit olmuştu.
Ne kervan kaldı, ne at, hepsi silinip gitti,
"İyi insanlar iyi atlara binip gitti."
Yusuf Ziya ARPACIK
Ant; dirlikte birliğe
Ant; erdeme erliğe
Mayalandı umutlar,
Dirilecek Bozkurtlar...
Uzun zamandan beri ilk defa bir tahliye veriyorduk.
-İnşallah farkına varmazlar, diyordu Velican.
Cezaevi
infaz savcılığı tahliye tarihimi yanlış hesaplamış, on aylık bir
sapmayla, erken bırakılıyordum. Defalarca hesap yaptık, evet idare
şaşırmıştı. İki firar ve birçok isyandan dolayı yanan infazımın on
aylık bölümü görünmüyordu. Gardiyanlar iki gün sonra bırakılacağımı
söylediler. Hapishanede arkadaşlar arasında ihtiyatlı bir bayram havası
esmeye başladı. Bende ise yaşayamadığım buruk bir sevinç vardı. On yılı
aşkın bir süredir doğudan batıya kadar bir çok cezaevinde birlikte
olduğumuz can'larımdan ayrılıyordum. Biz bu kahramanlarla birlikte
neler görmüştük neler. Değil seneleri ayları, saniyeleri bile parça
parça yaşadığımız, o karanlık dehlizlerde birbirimize destek olarak ne
savaşlar vermiştik.
O akşam büyük bir hücrede hep beraber
toplanmamıza idare göz yumdu. Son geceyi İhsan Barutçu ve Erdoğan
Tağın’la altı ay beraber kaldığımız hücrede hepimiz toplanarak
geçirdik. Sohbet ederek sabaha kadar oturduk. Herkes birşeyler
konuşuyordu, sanki hapishanede ki ilk zamanlarımızdı. Bu insanlara
bakarken, âdeta son çeyrek yüzyılın tarihini görüyordum, o gül
yüzlerinde. Ülkemizin etrafı ABD ve RUSYA tarafından ve onların
içerdeki ortakları tarafından kuşatılmış, bir avuç vatanperver ülkücü
de bu haçlı kuşatmasını kırarak, cennet yurdumuzu felaha çıkarmıştı.
Velican,
arkadaşları dikkatle dinliyor fakat lafa hiç girmiyordu. Benimle göz
göze gelince de tebessüm ediyor ve sağ yanağında hafif bir gamze
oluşuyordu. On yıl önceki günlerimiz sanki dün gibi canlanmaya başladı
hafızamda. Velican ondört yaşında, pol-der'li vatan hainleri tarafından
yakalanarak ve bir nice işkenceden sonra tutuklanmış, Sağmalcılar taş
medresesine kapatılmıştı. Yaşı küçüktü ama o bir devdi, bir ülkü devi.
Sarsarak köprüleri
Devler geçti bu yollardan:
Dudaklarında Hun Türküleri.
Şair
onu tarif ediyordu şüphesiz. Dedesi Osman Batur uçağa kement atmıştı
Türkistan dağlarında. Çinlilere karşı amansız bir savaş yapan bu büyük
kumandanın destanları hâlâ yaşar o kutsal topraklarda. Sağmalcılarda
rahmetli Zeytin dayıdan dinlemiştim Osman Batur'un kahramanlık
öykülerini. Zeytin dayı, onun komutasında, Çinlilere kan kusturan bir
ilay-ı kelimetullah savaşçısı. Çocuk yaşına rağmen orduya katılmış.
Türkistan
Türkleri yıllarca mücadele etmişler ancak Osman Batur ve bir nice
kahramanın şahadetiyle birlikte, hicret kararı alan aksakkallar
Türkiye'nin yolunu tutmuşlar. Çok zorlu bir yolculukla Taklamakan
çölünü geçmişler ve yoğun bir şekilde devam eden Çin birliklerinin
takibi altında Himalayalara kadar varmışlardı. Ancak bu bölgede Tibet
çetecileriyle defalarca çatışmaya girmişler, geçit vermez dağları,
açlık, susuzluk ve her türlü meşakkati de yenerek Hindistan sınırına
ulaşmışlardı. Bir dizi görüşmeler neticesi bir kısmı Suudi Arabistan'a
diğer bir kısmı da ülkemize gelmişlerdir. İşte "Sartaphanoğlu" Velican
onların çocuğu, o çile neslinin yadigarıydı. Ama çile bitmemiş,
dedelerinin, Çinlilerden gördüğü zulmün bin fazlasını Velican'lar
özyurdunda görmüş, o inci gibi dişleri pol-der'li köpekler tarafından
kaç kere kırılmıştı!..
Velican'a bakarken bir olay canlanıyordu
gözlerimde. O gün, bir-iki saat birlikte bahçede volta atmış, dinlenmek
için, sandalyemiz olan büyük taşların üzerine oturmuştuk. "Peykeler,
duvara mıhlı peykeler" diyordu Necip Fazıl. Bizde, yerlere mıhlı
taşların üzerinde, mazinin derin mevzularına dalmış, öylece sohbet
ediyorduk. Gaziantep'in kızgın güneşi tam tepemizdeydi ve hücrelerde
geçirdiğimiz havasız kapalı günlere inat masmavi bir gökyüzü, tertemiz
bir hava vardı. Bir sünger gibi bedenim güneş ışınlarını emiyor ve
zaman, Velican'ın bal muhabbetiyle âdeta duruyordu. Yaklaşık iki saat
sonra.
-Biraz gölgeye geçelim, dediğimde, o sendeleyerek ayağa kalktı ve bir taraftan başını tutarak:
-Öf be hoca, hiç demeyeceksin zannettim.
Karanlıkta
çok kaldığı için güneş ışınları onu çok rahatsız ediyormuş, ama ben
güneşli tarafa gidelim dediğim için, sırf beni kırmamak uğruna kendi
arzularını bir kere daha feda etmiş ve iki saat bu çileye katlanarak,
asalet, nezaket ve estetizmin doruklarından, bizlere bir taş medrese
dersi daha vermişti.
Hapishanede ki bütün arkadaşlarımızın
hayatında bu gibi zarafet ölçüleri vazgeçilmez bir ilke olarak yer
almıştı. Birine sevmediği bir şey bile ikram edilse kesinlikle onu
reddetmezdi. Zehir verseler onu zemzem diye içerdik. Hatır, gönül
burada gerçek anlamlarıyla yaşatılıyordu. İnsanlık ihtişamlı günlerinin
baş döndürücü sarhoşluğunu bizim hayatımızda tekrar yakalamış, tarihini
yeniden yazıyordu. Geçici heveslerden ve gündelik telaşlardan uzak,
feragat ve fedakarlık gibi üstün değerleri zirvelere taşıyan
arkadaşlarımız vazifelerinin ince yollarını bütünüyle keşfetmenin
verdiği rahatlıkla hasta ruhlara şifa dağıtıyorlardı. Ya kudurdular, ya
duruldular... Ya kasırga gürültüsü ya da gece sessizliği... Bir altın
nesil oldular...
Bir taraftan kafamda böyle hatıralar
canlanıyor, diğer taraftan arkadaşları dinliyordum. Bir arkadaşımız
ezan okumaya başladı. Susmuştuk. Ilık bir ses. İnsan ruhunun
derinliklerine işleyen bir huzur rüzgarı. Sabah ezanının ötelere
götüren havası bir anda hapishane maltasına hâkim olurken, bizlerde
yere çarşaflar sererek, o kâbus hücresini bir özgürlükler beldesine
dönüştürmüş ve cemaat olarak namazımızı eda etmiştik. Ne de çabuk sabah
olmuştu.
Arkadaşların bir kısmı uyumak için hücrelerine
çekildiler. Biz volta atarak muhabbete devam ediyorduk. Velican’a gidip
yatmasını söylediğimde itiraz etti. İhsan Barutçu ve Erdoğan Tağın’da
yatmadılar. Tahliye müzekkeresi de bir türlü gelmiyordu. Hepimiz
yorulmuştuk. Hava karardı, gelen giden yok. Nihayet saat 20:00
dolaylarında giderek yaklaşan ayak sesleri bizi hareketlendirdi.
Kalabalık bir ekip geliyordu anlaşılan.
Arkadaşlar üstümde bir falçatanın olmasını istiyorlardı. Ne de olsa sol siyasilerin bölmesinden geçecektim. Başkan:
-Aman ha. Bir sürpriz olmasın. Yanına bir şeyler al da öyle git.
Ben “gerek yok” dedikçe, onlar ısrar ettiler. Oldukça keskin bir bıçağı yanıma alarak hazırlandım.
Ayrılık
çok zor olacaktı. Cezaevi savcısı ve müdür tahliye müzekkeresiyle
hücrenin kapısına gelmişlerdi. Veda sahnesi dayanılacak gibi değildi,
birbirimize sarılmış ayrılamıyorduk. Savcı beklemekten sıkıldı ve
kendince bir çıkış yolu buldu:
-Haydi acele edin, bir kişi yola vurmak için bölme kapısına kadar gelebilir.
Sözde
küçük bir taviz veriyordu idare. Yunus Meral'le bölme kapısına doğru
yönelirken, geride bıraktığım arkadaşlarımı düşünerek, karmaşık
duygular içinde, tahliyeme bile sevinemeden kendimi dış kapıda
bulmuştum. Bu arada üstün gayretleri ile tahliyemi sağlayan (bu gün
hayatta olmayan) büyük insan Mehmet Öztürk kardeşimin çabalarını
düşünerek yürüyordum. Öztürk, yanına bir muhasip alarak mahkeme
heyetine götürüyor ve on aylık erken bırakılmam onun hesap oyunu
sayesinde gerçekleşiyordu.
Ben iki kişiydim artık, ikiye
bölünmüştüm ve birini orada bırakarak diğeriyle dışarıya yöneldim.
Kapıda bir başka canlar beni bekliyordu. Adil Aşkaroğlu ve diğer
kardeşlerim. Bu sefer kavuşma sahneleri yaşanıyordu.
Biz nasıl
bir nesildik... On yıllık işkenceli, sürgünlü ve ölümlerle dolu bir
cezaevi ortamından sonra tahliyeme bile sevinemiyordum. Çünkü, ruhumun
yarısı içeride arkadaşlarımın yanında, diğer yarısı ile ancak dış
dünyadaydım.
Mahzunluk duygusu her yanımı kuşatmış,
kımıldayamıyorum. Gittikçe ağırlaşan bu his yoğunluğu beynimi teslim
alırken, bedenim de bu istilaya karşı fazla bir direnç gösteremiyor.
Hüzün ve utanç karışımı bir hücum bu. Hislerimin en mahrem kalelerini
zapt eden bu utanç duygusundan kurtulmam lâzım ama arkadaşlarım içerde,
ben dışarıdayım. Hazmedemiyorum doğrusu. Yakalandığım bu ruh
kasırgasından hasarsız sıyrılmak için bir çıkış yolu arıyordum.
Nafile... His fırtınası dinmek bilmiyor. Bir teselli bulmak için
kenarından köşesinden bir şeyler aramaya çalıştıkça, ulaşabildiğim
mazinin ihtişamlı günleri sadece şuurumu kamaştırıyor.
Her şeye
rağmen kaybeden biz değildik. Özgürlük ve esaret kavramları bizlerin
dünyasında asli manalarıyla vücut bulmuş, kapımızdaki gardiyanlar
esaretin dayanılmaz acısını yaşarken, bizler karanlık hücrelerimizi gül
bahçesine çevirip ruh dünyamızdan fışkıran sonsuzluk pınarlarından,
kana kana soğuk sular içmiştik.
Zelzele tarlasına dönen ruh
dünyamda, bir müddet sonra yine bir sarsıntı olacak ve takvimler 16
Temmuz 1988'i gösterirken o kara haberi alacaktım.
Velican şehit olmuştu.
Ne kervan kaldı, ne at, hepsi silinip gitti,
"İyi insanlar iyi atlara binip gitti."
Yusuf Ziya ARPACIK
1 sayfadaki 1 sayfası
Bu forumun müsaadesi var:
Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz
Cuma Ocak 04, 2013 10:45 pm tarafından naci9690
» Ahmet Şafak FuLL ALbümLeri
Salı Ara. 04, 2012 4:10 pm tarafından tayfurum_20
» BOZKURT İŞARETİNİN MUHTEVASI
Paz Ara. 28, 2008 8:13 pm tarafından elhamra2
» Bahçeli'den Gül'e gaflet uyarısı
Ptsi Eyl. 01, 2008 4:12 pm tarafından sefakan
» Ali Kınık - FuLL aLbümLeri
Ptsi Eyl. 01, 2008 11:03 am tarafından sefakan
» Ramazan'da nelere dikkat etmeliyiz?
Ptsi Eyl. 01, 2008 10:25 am tarafından sefakan
» Oruç ve Ramazan'ın manası
Ptsi Eyl. 01, 2008 10:23 am tarafından sefakan
» Haydi çocuklar teravih namazına!
Ptsi Eyl. 01, 2008 10:03 am tarafından sefakan
» İslam dünyasında Ramazan sevinci
Ptsi Eyl. 01, 2008 10:02 am tarafından sefakan
» Ramazan öncesi gelen hidayet
Ptsi Eyl. 01, 2008 9:58 am tarafından sefakan